Pages

18 Haziran 2012 Pazartesi



Bizim oralar diye bir laf vardır herkes bilir. Memleketinden her ayrı kalan, her hasret çeken yaşar bu duyguyu.  Bizim çocuk daha iyi biliyordu. Çünkü bizim kızdan ayrı kalmıştı. Saçlarına dokunamaz, güzel yüzünü okşayamaz olmuştu. Rüzgâr gibi bir şeydi bu ayrılık denen şey. Olunca bir anda oluyordu. Esiyor, gürlüyor tozu dumana katıp uçuruyordu tüm yazmaları. Oysa kendi işlemişti bizim kız. Emek vermişti, üzerine karanfil kokusu sinmişti. İçine çekti çocuk tüm kokuyu. Bir yerden hatırlıyorum kokusuydu bu koku. Çocukluğunun masumiyetinin kokusu.
Şehirdekiler aşkı değişik yaşıyorlardı. Sinemaya gidiyorlar, yemeğe çıkıyorlar, el ele geziyorlardı. İlk geldiğinde sokakta adamın biri kadını kalçasından kavramıştı. Bizim çocuk gözlerini kapamış hemen yönünü değiştirmişti. Garip hissetmişti kendini. Oysa onların köyde öyle miydi?  O, yazmalı kızın bakışına dünyayı yakardı. Mahalleden geçerken attığı bir bakış, bir göz süzüşü bedeldi dünyalara. İşte o zaman aslan kesilir, oralar onun olurdu. Sıska ve çelimsiz bedenine bakmadan kabadayılık taslardı mahalledeki çocuklara. Tüm günü iyi geçer, tavla maçlarını alır herkese çay ısmarlardı. Bir çift sürmeli göz delip geçerdi kalbini. Elini tutmayı bırak yaklaşmak bile aylarını almıştı bizim kıza. Aynı filmlerdeki gibi yazmasını düşürmüştü çeşmenin başında. Bilmeden yapmış gibi kikirdeyerek kaçmıştı. Kadınlar sabah beşte çeşme başında sıraya girerlerdi. Bizim oğlan kızı görebilmek için gün doğmadan kalkar çalıların arasında saklanırdı. Ne büyük heyecandı. O günlerde yerinde duramazdı, gece olunca hayallere dalar, aptal aptal sırıtırdı. Hep aynı rüyayı görürdü. İlk buluştukları o çınarın altında yıldızları izlerlerdi beraber. Kız, yazmasını çıkarıp bileğine dolardı bizim çocuğun. ‘Beni unutma, biz kaderiyiz birbirimizin’ derdi. ‘ Unutur gibi olursan bileğine bak’.  Şimdi bileklerine bakıyordu da… Ne yazma vardı ne de yazılmış bir kader. İrkildi. Bileklerini ovuşturdu.
Köyüne gitmeyeli ne kadar olmuştu? Hatırlamıyordu bile. 5 sene, belki 7. Önemi yoktu. Çocukluğunu ve kaderini o köyde bırakmıştı. Artık başka biriydi. Şehirli çocuktu. Artık top oynadığı, okula gittiği ve bayramda giydiği ayakkabı aynı değildi. Yamalı hırkaları, annesinin ördüğü çoraplar yoktu. Aklında bir tek o kız vardı. Yazmalı kız. Bazen hayal miydi diye düşünmüyor değildi. Öyle zaman geçmiş gibiydi ki.. Kimi zaman gerçekle rüyalarını karıştırıyor olabilirdi. Buradakilerin ağzına doladıkları gibi, ‘ neyin kafasını yaşadığını’ bilmiyordu.
Şehre ilk ayak bastığı gün, dün gibi aklındaydı. Elinde bavulu, bileğinde bizim kızın yazması, boynunda cevşeni,Ttürk filmlerinden fırlamış gibiydi. Şaşkın bir şekilde etrafa bakıyordu. 19 yaşındaydı. O zamanlar seneleri saymak güzeldi. Arkadaşlarıyla sakızına iddiaya girdiği zamanlardı saydığı. Şimdi ise hayatı başkalarının ağzına sakız olmuştu. İki buruşuk dudak arasındaydı tüm haysiyeti.            Oysa farklı hayal etmişti şehri. Orada burada çalışıp yorulmaya, şehrin bozulmuş temposuna ayak uydurmaya çalışmaya razıydı. Öylesi hazırdı ki, İstanbul’da denizi görmeden yaşamayı bile kabullenmişti. Böyle bir rivayet duymuştu. O hayat bile cazip geliyordu ona. Şimdi sadece yazması vardı ama yakında gülüşü ve karanfil kokulu saçları da onun olacaktı. Oralarda bir yazmayı vermek kolay değildi. Alması da cabası. Kızın yazmasını kuğu gibi ince boynundan çekip düşürtene kadar yapmadığı şey kalmamıştı. Şehirdeki kadınlar ise bir içkiye bedenleri veriyorlardı bir gecede. Her şey bir gecede oluyor, sabah tüm makyajı akıyordu sevişmelerin. Bir gece.. Tek gecede hayatı değişmişti. Ellerinden kayıp gitmişti.
Mektuplaşıyorlardı fırsat buldukça. Çocukluktan beri dost olduğu bakkal amcasına yolluyordu bizim oğlan. Kız çarşıya çıkma bahanesiyle bu tonton amcadan alıyordu mektupları. Ona şehirden bahsediyordu her sayfada. Şehrin tüm özgürlüğü tüm serbestliği içinde gizli gizli mektuplaşmak, içinde kalmış gramlık masumiyeti canlı tutuyordu. Ama kız korkuyordu. ‘Beni unutmazsın değil mi’ yazıyordu hep. ‘Unutmam’ diyordu çocuk. ‘Sen benim kaderimsin’.
Ama kaderdi bu. Ne yapacağı belli olmazdı. Küçükken annesi kaderin alnına yazıldığından bahsederdi. O da koşup aynaya bakar, alnında bir şey yazıp yazmadığını anlamaya çalışırdı. Şimdi anlıyordu annesini. Alnı pis, kirli yazılarla doluydu. İşin kötü yanı hepsini ama hepsini kendi elleriyle tek tek yazmıştı.
Önceleri iş değiştirip durmuş, kalacak yerin kirasını zor ödeyebilmişti. Bir gün yanında çalıştığı adamlardan biri daha fazla para kazanmak isteyip istemediğini sordu. ‘Tabi ki’ dedi bizim oğlan. ‘ O zaman akşam 9’da hazır ol. Gelip alacağım seni. Üstüne başına da çeki düzen ver, işimiz var.’ Heyecanlanmıştı çocuk. Haftalık yevmiyesini alıp kendine birkaç parça yeni üst baş aldı. Akşam 9 u zor etti. Nasıl bir işti bu? Ne kadar kazanacaktı? Belki de kısa zamanda para biriktirebilir, kavuşabilirdi yârine kim bilebilirdi. Hem gitmesinde bir kötülük yoktu. İzlediği filmlerdeki gibi gazozuna ilaç atacak halleri yoktu ya. Sonradan keşke ilaç atsalar diyeceği o geceye doğru yol aldı.
Gittikleri yerde birçok kadın vardı. Yaşları geçkindi. Bakışları rahatsız ediyordu. Yerinde huzursuzca kıpırdanıyor, bazılarının elini öpüp başına koymak istiyordu merhaba dediklerinde. Bu merhaba, ninesinin onu uyandırdığı sabahlar gibi değildi. Bembeyaz çamaşır kokmuyordu. Alkol ile parfüm kokusunun karıştığı çarpık bir merhabaydı bu. Adam ona nasıl davranması gerektiğini anlatmıştı. Ama yapamıyordu işte! İnce çoraplı neredeyse çıplak bacaklarına bakmak istemiyor, biri ona yaklaşınca kaçıyordu hemen. Kadınlar ayıp şeyler söylüyorlardı. Kahkahalarla gülüyor, sürekli onu süzüyorlardı. Bunlar yetmezmiş gibi zorla içki de içirmişlerdi. Başı ağrıyordu. En sonunda kendini geceye bıraktı. Hiç unutmayacağı geceye.
Sabah uyandığında bir kadının yanında yatıyordu. Kadın annesinden büyük olabilirdi. Midesi bulandı. Tuvalete kendini zor attı ve dakikalarca kustu. Aynaya baktığında gördüğü şeyden tiksindi. Böyle şeyler filmlerde olmaz mıydı? Hem kızların başına gelmiyor muydu her şey? Bunları düşündüğünde 19 yaşındaydı bizim oğlan. Şimdiyse elinde viskisi, en pahalı deri koltuklarda oturmuş, önünde ki eskimiş yazmaya bakıyordu. Seneler onu bu hayatın içine sürüklemişti. Zaman geçtikçe para onu içine çekmiş, önceleri bizim kız için katlansa da, bir süre sonra kaybetmişti kendini. Bir daha da bulamamıştı. Mektup yazmayı bırakmıştı. O çeşme başını unutmuştu. O geceden sonra ailesini arayamamıştı. Annesinin sesini duyarsa bir kez daha nefret etmekten korkmuştu kendinden. Zaten yeterince tiksiniyordu. Hem annesinin pamuk gibi bembeyaz sesini kirletemezdi. Hakkı yoktu buna. O artık o çocuk değildi. Bizim kız haklı çıkmıştı işte.
Onu unutur gibi olursa bileğine bakmasını söylemişti kız. Bir an olsun aklından çıkmamıştı. Kaderi değişmişti. Bu ellerle okşayamazdı onun güzel yüzünü. Babasının elini öpemezdi bu haysiyetsiz hayatla. Ninesinin serdiği sakız gibi çarşaflarda yatamazdı. Artık birbirlerinin kaderi değillerdi onlar. Onlar, iki ayrı dünyada yaşayan başka hayatlardı. Çınar altı olmayacaktı bir daha. Taş binalar, soğuk yataklar ve duygusuz, mide bulandırıcı sevişmeler vardı artık. Bizim oğlan da bizim değildi. Çünkü bizden değildi. Çeşmenin başında çalıların arasından bakıyordu. Ve utanıyordu. Yanakları kızarmıştı, başını önüne eğdi ve gözünden bir damla yaş düştü. Kız ise bu sefer yazmasını düşürmedi onun için. Hüzünlü gözlerle yanına yaklaştı ve başını okşadı. “Biz birbirimizin kaderiydik” dedi. “Sen unuttun bizi”…

0 yorum:

Yorum Gönder