Bizim oralar diye bir laf vardır herkes
bilir. Memleketinden her ayrı kalan, her hasret çeken yaşar bu duyguyu.
Bizim çocuk daha iyi biliyordu. Çünkü bizim kızdan ayrı kalmıştı.
Saçlarına dokunamaz, güzel yüzünü okşayamaz olmuştu. Rüzgâr gibi bir
şeydi bu ayrılık denen şey. Olunca bir anda oluyordu. Esiyor, gürlüyor
tozu dumana katıp uçuruyordu tüm yazmaları. Oysa kendi işlemişti bizim
kız. Emek vermişti, üzerine karanfil kokusu sinmişti. İçine çekti çocuk
tüm kokuyu.
Bir yerden hatırlıyorum kokusuydu bu koku. Çocukluğunun masumiyetinin kokusu.
Şehirdekiler aşkı değişik yaşıyorlardı. Sinemaya gidiyorlar, yemeğe
çıkıyorlar, el ele geziyorlardı. İlk geldiğinde sokakta adamın biri
kadını kalçasından kavramıştı. Bizim çocuk gözlerini kapamış hemen
yönünü değiştirmişti. Garip hissetmişti kendini. Oysa onların köyde öyle
miydi? O, yazmalı kızın bakışına dünyayı yakardı. Mahalleden geçerken
attığı bir bakış, bir göz süzüşü bedeldi dünyalara. İşte o zaman aslan
kesilir, oralar onun olurdu. Sıska ve çelimsiz bedenine bakmadan
kabadayılık taslardı mahalledeki çocuklara. Tüm günü iyi geçer, tavla
maçlarını alır herkese çay ısmarlardı. Bir çift sürmeli göz delip
geçerdi kalbini. Elini tutmayı bırak yaklaşmak bile aylarını almıştı
bizim kıza. Aynı filmlerdeki gibi yazmasını düşürmüştü çeşmenin başında.
Bilmeden yapmış gibi kikirdeyerek kaçmıştı. Kadınlar sabah beşte çeşme
başında sıraya girerlerdi. Bizim oğlan kızı görebilmek için gün doğmadan
kalkar çalıların arasında saklanırdı. Ne büyük heyecandı. O günlerde
yerinde duramazdı, gece olunca hayallere dalar, aptal aptal sırıtırdı.
Hep aynı rüyayı görürdü. İlk buluştukları o çınarın altında yıldızları
izlerlerdi beraber. Kız, yazmasını çıkarıp bileğine dolardı bizim
çocuğun. ‘Beni unutma, biz kaderiyiz birbirimizin’ derdi. ‘ Unutur gibi
olursan bileğine bak’. Şimdi bileklerine bakıyordu da… Ne yazma vardı
ne de yazılmış bir kader. İrkildi. Bileklerini ovuşturdu.
Köyüne gitmeyeli ne kadar olmuştu? Hatırlamıyordu bile. 5 sene, belki
7. Önemi yoktu. Çocukluğunu ve kaderini o köyde bırakmıştı. Artık başka
biriydi. Şehirli çocuktu. Artık top oynadığı, okula gittiği ve bayramda
giydiği ayakkabı aynı değildi. Yamalı hırkaları, annesinin ördüğü
çoraplar yoktu. Aklında bir tek o kız vardı. Yazmalı kız. Bazen hayal
miydi diye düşünmüyor değildi. Öyle zaman geçmiş gibiydi ki.. Kimi zaman
gerçekle rüyalarını karıştırıyor olabilirdi. Buradakilerin ağzına
doladıkları gibi, ‘ neyin kafasını yaşadığını’ bilmiyordu.
Şehre ilk ayak bastığı gün, dün gibi aklındaydı. Elinde bavulu,
bileğinde bizim kızın yazması, boynunda cevşeni,Ttürk filmlerinden
fırlamış gibiydi. Şaşkın bir şekilde etrafa bakıyordu. 19 yaşındaydı. O
zamanlar seneleri saymak güzeldi. Arkadaşlarıyla sakızına iddiaya
girdiği zamanlardı saydığı. Şimdi ise hayatı başkalarının ağzına sakız
olmuştu. İki buruşuk dudak arasındaydı tüm haysiyeti. Oysa
farklı hayal etmişti şehri. Orada burada çalışıp yorulmaya, şehrin
bozulmuş temposuna ayak uydurmaya çalışmaya razıydı. Öylesi hazırdı ki,
İstanbul’da denizi görmeden yaşamayı bile kabullenmişti. Böyle bir
rivayet duymuştu. O hayat bile cazip geliyordu ona. Şimdi sadece yazması
vardı ama yakında gülüşü ve karanfil kokulu saçları da onun olacaktı.
Oralarda bir yazmayı vermek kolay değildi. Alması da cabası. Kızın
yazmasını kuğu gibi ince boynundan çekip düşürtene kadar yapmadığı şey
kalmamıştı. Şehirdeki kadınlar ise bir içkiye bedenleri veriyorlardı bir
gecede. Her şey bir gecede oluyor, sabah tüm makyajı akıyordu
sevişmelerin. Bir gece.. Tek gecede hayatı değişmişti. Ellerinden kayıp
gitmişti.
Mektuplaşıyorlardı fırsat buldukça. Çocukluktan beri dost olduğu
bakkal amcasına yolluyordu bizim oğlan. Kız çarşıya çıkma bahanesiyle bu
tonton amcadan alıyordu mektupları. Ona şehirden bahsediyordu her
sayfada. Şehrin tüm özgürlüğü tüm serbestliği içinde gizli gizli
mektuplaşmak, içinde kalmış gramlık masumiyeti canlı tutuyordu. Ama kız
korkuyordu. ‘Beni unutmazsın değil mi’ yazıyordu hep. ‘Unutmam’ diyordu
çocuk. ‘Sen benim kaderimsin’.
Ama kaderdi bu. Ne yapacağı belli olmazdı. Küçükken annesi kaderin
alnına yazıldığından bahsederdi. O da koşup aynaya bakar, alnında bir
şey yazıp yazmadığını anlamaya çalışırdı. Şimdi anlıyordu annesini. Alnı
pis, kirli yazılarla doluydu. İşin kötü yanı hepsini ama hepsini kendi
elleriyle tek tek yazmıştı.
Önceleri iş değiştirip durmuş, kalacak yerin kirasını zor
ödeyebilmişti. Bir gün yanında çalıştığı adamlardan biri daha fazla para
kazanmak isteyip istemediğini sordu. ‘Tabi ki’ dedi bizim oğlan. ‘ O
zaman akşam 9’da hazır ol. Gelip alacağım seni. Üstüne başına da çeki
düzen ver, işimiz var.’ Heyecanlanmıştı çocuk. Haftalık yevmiyesini alıp
kendine birkaç parça yeni üst baş aldı. Akşam 9 u zor etti. Nasıl bir
işti bu? Ne kadar kazanacaktı? Belki de kısa zamanda para
biriktirebilir, kavuşabilirdi yârine kim bilebilirdi. Hem gitmesinde bir
kötülük yoktu. İzlediği filmlerdeki gibi gazozuna ilaç atacak halleri
yoktu ya. Sonradan keşke ilaç atsalar diyeceği o geceye doğru yol aldı.
Gittikleri yerde birçok kadın vardı. Yaşları geçkindi. Bakışları
rahatsız ediyordu. Yerinde huzursuzca kıpırdanıyor, bazılarının elini
öpüp başına koymak istiyordu merhaba dediklerinde. Bu merhaba, ninesinin
onu uyandırdığı sabahlar gibi değildi. Bembeyaz çamaşır kokmuyordu.
Alkol ile parfüm kokusunun karıştığı çarpık bir merhabaydı bu. Adam ona
nasıl davranması gerektiğini anlatmıştı. Ama yapamıyordu işte! İnce
çoraplı neredeyse çıplak bacaklarına bakmak istemiyor, biri ona
yaklaşınca kaçıyordu hemen. Kadınlar ayıp şeyler söylüyorlardı.
Kahkahalarla gülüyor, sürekli onu süzüyorlardı. Bunlar yetmezmiş gibi
zorla içki de içirmişlerdi. Başı ağrıyordu. En sonunda kendini geceye
bıraktı. Hiç unutmayacağı geceye.
Sabah uyandığında bir kadının yanında yatıyordu. Kadın annesinden
büyük olabilirdi. Midesi bulandı. Tuvalete kendini zor attı ve
dakikalarca kustu. Aynaya baktığında gördüğü şeyden tiksindi. Böyle
şeyler filmlerde olmaz mıydı? Hem kızların başına gelmiyor muydu her
şey? Bunları düşündüğünde 19 yaşındaydı bizim oğlan. Şimdiyse elinde
viskisi, en pahalı deri koltuklarda oturmuş, önünde ki eskimiş yazmaya
bakıyordu. Seneler onu bu hayatın içine sürüklemişti. Zaman geçtikçe
para onu içine çekmiş, önceleri bizim kız için katlansa da, bir süre
sonra kaybetmişti kendini. Bir daha da bulamamıştı. Mektup yazmayı
bırakmıştı. O çeşme başını unutmuştu. O geceden sonra ailesini
arayamamıştı. Annesinin sesini duyarsa bir kez daha nefret etmekten
korkmuştu kendinden. Zaten yeterince tiksiniyordu. Hem annesinin pamuk
gibi bembeyaz sesini kirletemezdi. Hakkı yoktu buna. O artık o çocuk
değildi. Bizim kız haklı çıkmıştı işte.
Onu unutur gibi olursa bileğine bakmasını söylemişti kız. Bir an
olsun aklından çıkmamıştı. Kaderi değişmişti. Bu ellerle okşayamazdı
onun güzel yüzünü. Babasının elini öpemezdi bu haysiyetsiz hayatla.
Ninesinin serdiği sakız gibi çarşaflarda yatamazdı. Artık birbirlerinin
kaderi değillerdi onlar. Onlar, iki ayrı dünyada yaşayan başka
hayatlardı. Çınar altı olmayacaktı bir daha. Taş binalar, soğuk yataklar
ve duygusuz, mide bulandırıcı sevişmeler vardı artık. Bizim oğlan da
bizim değildi. Çünkü bizden değildi. Çeşmenin başında çalıların
arasından bakıyordu. Ve utanıyordu. Yanakları kızarmıştı, başını önüne
eğdi ve gözünden bir damla yaş düştü. Kız ise bu sefer yazmasını
düşürmedi onun için. Hüzünlü gözlerle yanına yaklaştı ve başını okşadı.
“Biz birbirimizin kaderiydik” dedi. “Sen unuttun bizi”…